Deniz Göktaş ve Stand-up Kariyeri

Herkese selaaam!

Canlı olarak stand-up izleme serüvenim, Ankaralı Kemküm ekibinden çok sevdiğimiz Ali Fuat arkadaşımızın açık mikrofon gösteri davetleri ve onun sayesinde keşfettiğimiz komedyen grupları izlemeye başlamamızla oldu diyebilirim. Aralarından “kara mizah”ı ile dikkat çeken bir isim olarak, şimdilerde İstanbul- Ankara arası gidip gelmeli stand-up kariyerindeki Deniz Göktaş, son izlediğim tek kişilik IF! performansından sonra acaba burada da birkaç soru yayınlasak nasıl olur diye merak uyandırmıştı. Stand-up dünyasına aşina olmayanlar için aydınlatıcı olacağını düşündüğüm sohbete dahil olmak isterseniz okumaya devam edin!

– Kendinden ve yaptıklarından kısaca bahseder misin?

Ben Deniz, 25 yaşındayım. ODTÜ Psikoloji bölümü mezunuyum. Kadir Has Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon yüksek lisansı yapıyorum. 1.5 yıldır stand-up için sahneye çıkıyorum. Bir yandan da sinema için bir şeyler yazıp çekmeye çabalıyorum.

– Hayatının dönüm noktası var mı? Varsa nedir?

Direkt dönüm noktası denebilir mi bilmiyorum ama kendimle ve hayatla ilişkimi değiştiren iki temel olay var: İlki ODTÜ İnşaat Mühendisliği’ni bıraktıktan sonra sınava tekrar hazırlanıp psikoloji bölümüne geçmek. Hep başarı ve sayısal odaklı yetiştirildiğim için keskin bir değişim oldu benim için. En önemli kısmı ise aile, para, harcadığım emek vb. faktörleri karşıma alıp böyle büyük bir mevzuda kendi istediğim şeyi tercih etmek benim için imkansız ve çok cesur bir hareketti. Bunu becerebilmek kendime güvenimi arttırdı.

Diğer olay ise 1.5 yıl önce bir açık mikrofon gecesinde sahneye çıkmak. Gündelik iletişimi bile beceremeyen biri olarak –çocukluktan beri hevesim olsa da- stand-up yapmak benim için çok uzak bir ihtimaldi. Ama sahneye çıkınca çok rahat hissettim. Önceden hazırlanıp, tek başıma konuşunca sosyal sıkıntılar kayboluyormuş. Keşke hayat da böyle olsa.

Stand-up kitlesi hakkında ne düşünüyorsun? Onlara kendini yakın buluyor musun?

Birbirine benzeyen insanlardan oluşmuyor tabi. Kadıköy kitlesi başka, Ankara başka, ana akımı takip edenler başka… Bazısı her şeye açık. Bazısı Cem Yılmaz beklentisiyle geliyor ve o kadar gülmeyince ya da “can sıkıcı” konulardan bahsedilince hayal kırıklığına uğruyor. Kimisi direkt Amerikan ya da İngiliz komedisi bekliyor. Ama hem Netflix hem de giderek artan gösteriler sayesinde stand-up izleyen insan sayısı artıyor. Yeni ilgilenmeye başlayan tayfa farklı komedi tarzlarına da açık.

Bence komedinin şöyle güzel bir olayı var. Aynı şeye gülmek iki insanın ortak noktaları ve hayata bakışı hakkında birçok ipucu veriyor. Doğal olarak beni izlemeye gelen ve anlattıklarımla bağ kuran insanlara kendimi yakın hissediyorum. Hatta normalde farklı siyasi görüşlerden, sosyoekonomik sınıftan olduğumuz için konuşacak hiçbir şeyimin olmadığını düşündüğüm insanlara da haksızlık ettiğimi fark ettim.

– Nasıl bir haksızlık yani?

Gösteri çıkışında ettiğimiz sohbetlerden birçok ortak noktamız olduğunu gördüm. Sevmelerini hiç beklemediğim şakalardan keyifle bahsediyorlar. Sahne vesilesiyle birçok farklı kesimden ahbabım olmuş oldu.

Seni merak edenler sana nereden ulaşabilir ve seni takip edebilir?

Youtube’dan ya da Instagram hesabımdan takip edebilirler. @idgoktas

– Okuyanlara iletmek istediğin bir mesaj var mı?

BOL BOL BLOG OKUYUN! Bence şu içmekten daha faydalı. 🙂

Else Margerete Minimal T-shirt

Okuyan herkese selamlar! Sordum, Cevaplandı köşemizde sohbetlerimize devam ediyoruz. Farklı alanlarda üreten insanları mümkün olduğunca paylaşmaya çalışıyorum. Bugün, kendi tasarım yaptığı t-shirtlerini minimal bir havada bastıran ve anneannesinden aldığı ismi markasının adı yapan Esin Cansu Yılmaz ile konuşuyor olacağız. Aynı zamanda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Cansu’nun hikayesini sizlerle paylaşıyor olmak benim için çok keyifli. 🙂

ncelikle neler yapıyorsun kendinden bahseder misin?

Ben Esin Cansu Yılmaz. İstanbul’da doğdum, 21 yaşındayım ve Bilgi Üniversitesi’nde Sosyoloji ve Ekonomi okuyorum. Okul dönemi zamanım daha çok okul, arkadaşlarım ve ailem arasında geçiyor. Onun dışında fırsat buldukça zamanımı kitap okumaya, yüzmeye ve resim/ illüstrasyon alanında kendimi geliştirmeye ayırmaya çalışıyorum.

T-shirt fikri nasıl ortaya çıktı?

Küçüklüğümden beri hep resim çizerdim, hiçbir zaman kursa falan yazılmadım ve açıkçası inanılmaz bir yeteneğim olduğunu da düşünmüyorum. 4-5 yaşında ailemin desteği ile kişisel resim sergilerim olmuştu, ama sonra çok uzun zaman herhangi bir çocuğun klasik resimleri dışında bir şey çizmedim. Lise 10. sınıf civarlarında şu an çizdiğim gibi biraz daha soyut minimal şeyler çizmeye başladım. Yine o zamanlar bu çizimleri düz renk t-shirtlerin üzerine tekstil kalemi ve kumaş boyasıyla çizmeye başladım. Pek pratik değildi, doğal olarak elle çizmenin getirdiği bir kusurluluk oluyordu. Ben denedikçe ve arkadaşlarımın beğendiğini gördükçe çizimlerimi t-shirtlerin üzerine bastırıp satmayı düşünmeye başladım. Bu fikir kafama oturduğunda çoktan üniversiteye giriş sınavına çalışmaya başladığım için, birkaç sene daha ertelenmiş oldu gerçeğe dönüşmesi. Sen de biliyorsun, ODTÜ’de olduğum sene erkek arkadaşımın benim bir tasarımımı t-shirte bastırıp bana hediye etmesi üzerine çok heyecanlanıp o senenin yazında Else Margerete’yi gerçeğe dönüştürebildim. İsim olarak bunu seçmemin nedeni ise anneannemin ismi olması; benim için anlamı olan bir isim koymanın daha güzel olacağını düşündüm. Genel olarak tahmin ettiğimden çok daha uzun ve yorucu bir süreç oldu: Mayıs 2018’de başladım dersek, 3-4 ay bir debelenme döneminden sonra satış yapmaya geçmem o yılın eylülünde oldu.

Seni hayatta motive eden şeyler neler?

Çevremin desteği her zaman önemli benim için, ama daha çok kendi kendime koyduğum hedefleri yerine getirince motive oluyorum. Ya da yaptığım bir şeyin bana keyif vermesi, gözümde zaman harcamaya değerli olması beni o işi iyi yapmaya itiyor. Böyle görmediğim hiçbir şeyle uzun vakit geçiremiyorum.

Bundan sonra Else ile yoluna nasıl devam etmek istiyorsun?

Az önce de dediğim gibi çok büyük bir iş gibi görünmese de markanın her şeyiyle tek ilgilenmek beni yordu ve özellikle en başlarda bırakıp uğraşmamayı çok düşündüm. Kumaşını bulmasından, resimleri dijital ortama aktarmak için gereken programları öğrenmesine kadar kendim uğraştım ve bir hayli deneme yanılma yöntemiyle ilerledim. Bir süredir canım arkadaşlarım sağolsun sosyal medyasıyla ben pek ilgilenmiyorum 🙂 Yani iki kişi güncel işlerle uğraşıyor gibiyiz o yüzden bir nebze daha rahatladım.
İlk hedef bunu kurup bir süre nasıl gideceğini görmekti. Şimdilik düşüncem ise Else’yi biraz daha markalaştırıp daha çok dükkânda satılmasını sağlamak, çünkü insanların ne olursa olsun hala mağazaları internete tercih ettiğini düşünüyorum.

Okuyanlara iletmek istediğin mesaj varsa paylaşabilir misin?

Her yerden pompalanan hayalini şimdi gerçekleştir, şimdi harekete geç, istediğin ülkeye şimdi git falan gibi mesajları hiç sevmiyorum. Ben kendi açımdan başarmak için herkesin aşırı girişimci olduğu, her şeye atıldığı gibi genellemelerden biraz uzak durmaya çalışıyorum. Elbette bir fikri, hayali gerçeğe dönüştürmek çok tatmin edici bir duygu ancak; herkesin planlarını kendi zamanlamasında gerçekleştirmeye çalışması, kendi için doğru zamanı beklemesi önemli gibi geliyor.

Instagram: @elsemargerete https://instagram.com/elsemargerete?igshid=s4z20hvoqfhu

NCAİSME ile lafladık

Nazif Can Akçalı Sabancı üniversitesinde görsel sanatlar ve görsel iletişim tasarımı öğrencisi. Pilates eğitmeni, gurme ve bir gezgin diyebiliriz. Nazif’in Galatasaray Lisesi’nden tanıdığı ve benim ise çocukluk arkadaşım Elif sayesinde birbirimizden haberimiz olmuştu. Nazif’in kendi hayat görüşlerini yansıtan NCAİSME akımı var, sanattan absürt öğelere, gurmelikten pilatese uzanıyor. Bu sohbete dahil olmak isterseniz okumaya devam edin!

Nazif, kendi ilgi alanlarından bir NCA akımı başlattın. Bu nasıl ortaya çıktı ve bu akımdan bahseder misin?

2017 yılının başında ismimin ilk harflerine “-isme” ekleyerek NCAISME adını verdiğim bir akımı oluşturdum. Akıma kendi adımı vermemin sebebi aslında benim dünyaya bakışımı özetliyor olması. Kendi bakışımın bir akım yaratacak kadar mükemmel mi olduğunu soranlara ise cevabım aslında akımın da amacı olan o mükemmel bakışa erişebilmek diyebilirim. “Hayatı her yönüyle yaşamak ve yaşamayı teşvik etmek için ortaya atılmış bir hayat akımı.” olarak tanımlıyorum akımımı. Instagramdan “7 Güne 7 Renk 7 Konsept” sloganıyla yola çıktım, şu an 10 konseptim var. Sadece Instagram’da değil Youtube’da videolarım ve ncaisme.com’da çeşitli yazılarım var. Bu yıl akımın 4. yılı ve en başından beri her gün aralıksız Instagram üzerinden paylaşım yapıyorum. Bazen bir kelime, bazen bir fotoğraf, bir video, bir şarkı, bazen de bir yemek ; sorgulamamızı, sınır koyduklarımızla yüzleşmemizi ama en başta kendini düşünerek dünya için kendinden başlamayı öğütlüyor bu paylaşımlar. Sadece tüketmeyi değil üretmeyi, denemeyi, zamanı verimli kullanarak sadece bir şeye odaklanmak için çok kısa olan bu hayatı birlikte daha anlamlı kılmayı hedefliyor. Konseptleri merak edenlere de şöyle kısa bir özet yapabilirim: “NCA’nın sanat ve tasarım çalışmaları için nca.art; ‘Hayal & Gerçek’ anlarında NCA’nın zihninde canlananlar ve çevredeki gariplikler için nca.absurde; doğanın sunduklarının en yalın halleri için nca.naturel; NCA denince akla ilk gelen ‘sağlıklı yaşam’ için nca.santé; beden, ruh ve zihin üçlüsünü bir araya getiren Pilates için nca.pilates; herkesin en büyük tutkusu olan yemeğin en kaliteli hali için nca.gourmet; yalnızlığı özgürlüğün iki hırçın kanadı olarak gören NCA’nın dünya çapında seyahatleri için nca.nomade; yıllar geçtiğini fark etmek ama bizde kalanları unutmamak için nca.nostalgie; yaşadığımız zamanın nimetlerinden farkında olmak için nca.actuel; ruhun en büyük gıdası müziği NCA’nın kulağından keşfetmek için nca.radio.

-Pilates ve gurmelik nasıl ortaya çıktı?

Doğrusunu söylemek gerekirse hayatıma pilatesin girmesini Digiturk’e borçluyum. Lise yıllarımda Digiturk’de HomeTV diye bir kanal vardı. O kanalda sabah yayınlanan yoga programı dikkatimi çekmeye başlamıştı. Ekran karşısında biraz biraz yoga yapmaya başlamıştım. Tabi bu yatılı okuduğum için sadece yaz tatilleri ile kısıtlıydı. Sonraları yaz döneminin bir kısmında Pilates programı vermeye başladılar. Açıkçası o zaman bayağı üzülmüştüm. Yogadan sonra hiç sevememiştim. Başka bir yaz ise o kanalda ne yoga ne pilates vardı. Ne yapacağımı düşünürken kendimi Ebru Şallı’nın programı ile pilates yaparken buldum ve onun sayesinde bir pilates aşığı oldum. Üniversiteye başlayınca da işi biraz daha profesyonelliğe taşımak adına çeşitli eğitimlere katılıp pilates eğitmeni oldum. Tabii bu süreç içerisinde Karatay Diyeti ile de sağlıklı yaşam konusunda da büyük adımlar attım. Pilates ve sağlıklı beslenme derken bir insanın en sevdiği aktivite olan yemek yemek ise haliyle biraz kısıtlanıyordu. O yüzden yemeği de daha anlamlı bir seviyeye çıkarmam lazımdı. Her şehrin her ilçesine kadar farklı bir yemeği olan Türkiye’nin o güzel lezzetlerini de tatmadan yaşamak herhalde yaşamak olamazdı. Bu düşünce ile yemeği yerinde, en kaliteli haliyle yemek fikri ortaya çıktı. Gaziantep ile başlayan ilk gurme gezilerim 4. yıla başlarken 30 şehri aştı.

Bütün bunların dışında Nazif kim ve neler hedefliyor?

NCA denildiğinde insanların aklına genel olarak Pilates, yemek ve gezmek geliyor sanırım. Ama NCA, şu an bir sanat ve tasarım öğrencisi. Hedefi de sanırım diğer alanlara rağmen daha çok sanat ile hatırlanmak. Ama “Hayat tek bir şeye odaklanmak için çok kısa!” sloganıyla yola çıkmış biri için hedef koymak da çok zor bir şey. Her gün yeni hevesler, yeni planlar ve projeler ortaya çıkıyor çünkü.

Okuyanlara söylemek istediğin bir sey var mı?

Okuyanlara söylemek istediğim şey aslında çoğu kişiye de söylediğim bir şey: “Değişin!” Bu değişimin en kolay yolu bence sağlıklı beslenmek olabilir. Sağlıklı yaşama odaklanmak başta bedeni, devamında ruhu değiştiriyor. Öncelikleriniz değiştikçe hayatın güzelliklerini daha rahat görmeye başlıyorsunuz. Zaman ve para da size kaldığı için hayatı daha renkli yaşıyorsunuz.

Nazif’i merak edenler:

Instagram: @ncaisme

Websitesi: https://www.ncaisme.com/ncaisme-nedir

Par’ya Davulcusu Faik ile

Merhaba!

Sordum, Cevaplandı köşemizde ilk sohbetimizi Ankaralı deneysel progresif rock grubu Par’yanın davulcusu Faik Demirdilek ile gerçekleştirdik. Aşağıda sohbetimize dahil olabilirsiniz. 🙂

-Kendinden ve Par’ya’dan bahsedebilir misin?

Merhabaaa ben Faik Demirdilek, ODTÜ’de sosyoloji okuyorum ve bu sene 3. sınıftayım. Okulumu ve bölümümü çok seviyorum. Niğde’de doğup büyüdüm ve on senedir davul çalıyorum. Ankara’ya ilk geldiğimde hazırlık öğrencisiyken gruptakiler bir festivalin seçmelerine katılacaklarmış ve davulcuları İstanbul’da olduğu için yardımcı olacak birisini arıyorlardı. O zamanlar okulun müzik topluluğundaydım, bir arkadaşları Whatsapp grubuna yazdı yardımcı olabilecek var mı diye. Ankara’da yeni olduğum ve müzik yapan insanlarla tanışmak istediğim için hemen gönüllü oldum. Prova falan alındıktan sonra ise davulcuları haber vermeden geri gelmiş. Seçmelerde çalamamıştım ancak Eylül gibi gruptan iki üye ayrılmış, grubun solisti ve gitaristi Batu da bana ulaştı. Böylece üniversite 1. sınıfın başlarında gruba girmiş oldum. Bass gitara da Batu’nun arkadaşı Canberk geçti. Çok kısa zamanda kafalarımız ve müzik tarzımız uyuştuğu için iyi anlaştık ve çok yakın arkadaşlar olduk. Par’ya ile progresif ve deneysel rock yapıyoruz. Ben gruba girmeden önce iki şarkılık “Olduğum Gibi” EP’si vardı. Ben gruba girdikten sonra “Kayboluş” adında dört şarkılık bir EP yayınladık. Devamında gelen yaz ise “Girdap” isimli bir single yayınladık. Girdap çıktıktan sonra ilk albümümüz için çalışmalara başladık. Provalarımızda ortaya çıkan besteler ve melodiler üzerine yoğunlaştık. Bu geçtiğimiz yaz 2019’da artık kayıtlara girildi ve 6 Ocak’da da kayıtlar yayınlandı. “Dünyadışı” albümünü yayınlamak bizim için çok özel bir olay oldu ve hala her şarkıyı dinlerken o şarkıların nasıl bestelendiği, yazın sabahlara kadar şarkılarla uğraşmamız, ettiğimiz kavgalar, yaşadığımız heyecan gözümün önüne gelir… Albüm her ne kadar çok depresif ve üzücü olsa da her dinlediğimde içten içe bir mutluluk alıyor beni. 🙂

-Davula olan ilgin nasıl başladı?

Davula 6. sınıfın sonunda Linkin Park etkisiyle başladım diyebilirim. Öncesinde sürekli ve sadece Linkin Park dinliyordum. Dinlerken içinde beni en çok çeken şey hep davul olmuştu. İnternetten sürekli Linkin Park ile ilgili videolar izliyordum, canlı performanslarını izlerken ise hep davulcunun oturduğu o yerde hayal ettim kendimi. Sonrasında karne hediyesi olarak elektronik davul istemiştim ailemden, onlar da aldılar sağolsunlar. O zamanlar Niğde’de davul kursu yoktu, ben evde kendi kendime dinlediğim şarkıları çalmaya çalışarak öğrenmeye çalıştım. Sonrasında liseye geçtiğimde davul dersi açılmıştı birkaç ay oraya gittim. Okuldaki tek davulcu olduğum için okuldaki bütün etkinliklerde hep orkestradaydım. Hatta okulda Karavana adında bir grup kurmuştuk ve üç sene boyunca Vodafone Freezone Liseler Arası Müzik Yarışmasına katıldık. Müzik yönünde asıl zehri ise şöyle bir anımda aldım: 10. sınıftayken müzik öğretmenimiz Barış Ataseven bana Metallica- Unforgiven şarkısına çalışmamı çünkü şarkıyı beraber çalacağımızı söyleyip bir akşam bizim evden beni almaya geldi ve ODTÜ Kolejine gittik. Yanımda elektronik davulumu getirmiştim tabii. Oranın müzik öğretmeni bizi karşıladıktan sonra müzik odasına götürmüştü. Dört müzik öğretmeni, bir doktor ve “ben” akşam müzik odasında müzik yapmak için bir araya gelmiştik resmen. Hep beraber Unforgiven çalmıştık ve çok keyif almıştım. Müzikle ilgili bu insanların arasında kendimi çok değerli hissetmiştim ve devamında da müzik yapma isteğim o akşam doğmuştu aslında.

Par’ya sana ne ifade ediyor?

Par’ya bana kendimi ifade ediyor aslında. Çaldığım davullarla kendi sınırlarımı zorladığımı ve kendimi aktarabildiğimi hissediyorum. Ortaya çıkardığımız müziğin duygusuyla kendimi bağdaştırıyorum. Ayriyeten yaptığımız müziği bir dinleyici olarak da çok beğeniyorum ve seviyorum. Hatta bazen Par’ya dinlerken beni görenler “Nasıl kendini dinliyorsun?” gibi sorular soruyorlar. Ben de şu tarz bir benzetmeyle açıklıyorum hep: Bir yemek yaparken onun lezzetli olması için titizce uğraşırız ve sevdiğimiz şekilde yaparız. Ben de tam aynı şekilde titizce uğraştığımız yemeği yiyorum aslında, neden yemeyeyim ki.:D Bu titizlikle uğraştığımız için ortaya güzel sonuçlar çıktığını düşünüyorum ve çıkan ürünlerden gayet mutluyum.

-Gelecek hedeflerde neler var?

Par’ya’nın daha çok kitlelere ulaşması ve daha çok insanın bizi dinleyip “duygusunu” hissetmesi olabilir. Sürekli üretmek de ayrı bir hedef tabi, provalarda ortaya çıkan besteleri insanlara ulaştırmayı çok istiyoruz. Ne zaman bir beste çıksa hemen tekrardan çok heyecanlanıyoruz ve onunla alakalı yolu da çizmeye çalışıyoruz. Tabii üretim kısmı Türkiye’de zorken gün geçtikçe de zorlaşırken biraz daha rahat üretebilecek bir durumda olmak da ister istemez hedefler arasında. Daha özel ve büyük bir hedef olarak ise Sziget’de çalmak olabilir.

-Okuyanlara iletmek istediğin bir mesaj var mı?

Eğer bu yazıyı okurken Par’ya’yı ilk defa duyduysanız herhangi bir platformdan “Dünyadışı” albümüne bir göz atmanızı isteyebilirim. Dinleyen herkesin seveceğini ve albümde kendinden bir şeyler bulacağına inanıyorum. Ezel’e de beni davet ettiği için çok teşekkür ederim. 🙂

Instagram: @officialparya https://www.instagram.com/officialparya/?hl=tr

Spotify: Par’ya https://open.spotify.com/artist/0tSOExyk0IGEVTAkkNSeHl?si=lpH8B4EAQk2I4rm3lqMsQw

Facebook: Par’ya https://m.facebook.com/paryaofficial/

Kaan diyor ki “It’s Happening.”

Harry Potter izlememiş olanımız neredeyse yoktur. Peki “Muggle”lar’ın da Quidditch oynadığından haberiniz var mıydı? Kaan Bolat devam eden Sordum, Cevaplandı köşemizde bize Quidditch ve yeni kurdukları marka Happening hakkında gelişmelerden bahsediyor.

-Kaan kısaca kendinden bahsedebilir misin?

Adım Kaan Bolat, Adana’da doğup büyüdüm. ODTÜ yer sistem bilimleri bölümünde iklim değişikliği ve enerji ekonomisi üzerine doktora yapıyorum. Aynı zamanda ODTÜ’de kurulmuş olan Unicorns Quidditch topluluğunun koçu ve oyuncusuyum. Happening markasının üç ortağından biriyim. Aslında ODTÜ kimya mühendisliği mezunuyum, üniversiteye ilk geldiğimde aklımda girişimciliğe dair bir plan yoktu ve bana bugün yaptığım şeyleri yapacağımı söyleseler inanmazdım. 🙂 Her orta sınıf ailenin çocuğu gibi isteğim bir an önce mezun olup çalışmaktı. Fakat üniversitede vakit geçirdikçe bu hayatın bana hiçbir zaman uymayacağını gördüm; benim için en önemli şeyin kendi zamanımı istediğim gibi yönetebilmek olduğunu fark ettim. Bunun bir lüks olduğunun farkındayım ve bugün yaptığım her şeyi buna sahip olabilmek adına yapıyorum.

-Happening ekibi neler yapıyor?

Happening markası Türkiye’de çeşitli üreticilerle çalışarak ürettiğimiz spor tekstili ürünlerini başta Avrupa olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerine ihraç eden ve Türkiye içinde satan bir oluşum. Happening ekini üç kurucu ortak, dört kişilik bir tasarım takımı, iki sosyal medya uzmanı ve dört kişi bölgesel çözüm ortağıyla beraber çalışan bir ekip. Diğer iki ortağım da İTÜ’de tekstil mühendisi,biri üretime bakarken diğeri satışla ilgileniyor. Ben ise iş geliştirme ve insan yönetimi ile ilgileniyorum. Kurucu ortaklar olarak hepimiz Quidditch oyuncularıyız, spordaki aktif kariyerimize devam ediyoruz. Tasarım ekibimizde hem quidditch hem frizbi oynayıp üniversite okuyan öğrenciler var, mesleklerine bakış açılarını geliştiriyorlar. Deneyimden ziyade işini tutkuyla yapacak insanları tercih ediyoruz.

-Qudditch ve Happening nasıl birbirini etkiledi?

Aslında tüm hikaye Quidditch ile başladı. Biz takımımızı ilk kurduğumuzda forma yaptırmak için çeşitli yerler ve kişiler ile görüştük, istediklerimizi istediğimiz zamanda teslim alabilmek bizden çok fazla zaman ve enerji alıyordu; daha çok insan ve takım tanıdıkça çok fazla insanın benzer problemler yaşadığını gördük. Spor kültüründen gelen insanlar olarak bir sporcunun yalnızca yaptığına odaklanmasını, bunu yapıyorken kendini rahat ve iyi ifade edebildiği ürünler giymesini sağlamak amacıyla yola çıktık. Yaptığımız işlerden oldukça mutluyuz, beraber çalıştığımız insanların mutluluğunu gördükçe daha da mutlu oluyoruz. Happening markasını büyütmek için çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Devamında neler olacak? İnsanlar sizi nereden takip edebilir?

Hedefimiz daha da büyümek, daha çok spora ve ülkeye yayılmak tabii ki. 🙂 Happening’i gündelik bir spor markasına çevirmeyi çok istiyoruz. Bize aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz:

Website: https://happeningsport.com

Instagram: @happeningsport

Kural ve kuralsızlık üzerine

Geçtiğimiz cumartesi günü Last Penny Tunalı’da Cem Önertürk’ün girişi ücretsiz yan flüt konserini dinleme imkanı buldum. Orada habersizce otururken masadaki konser broşürünü görüp dinlemeye karar verdik. Hem bulunduğumuz mekandaydı hem de yakında başlayacaktı, ki böylece dinlemeye karar vermek zor olmadı. Büyüleyici dekorasyonu ve başarılı bir işletmesi olan Last Penny’nin arka kısmına geçtik. Konser boyunca konuşmamız yasakmış; girişte gerekli uyarıları alıp ön tarafta bir yere oturduk.

Geçtiğimiz cumartesi günü Last Penny Tunalı’da Cem Önertürk’ün girişi ücretsiz yan flüt konserini dinleme imkanı buldum. Orada habersizce otururken masadaki konser broşürünü görüp dinlemeye karar verdik. Hem bulunduğumuz mekandaydı hem de yakında başlayacaktı, ki böylece dinlemeye karar vermek zor olmadı. Büyüleyici dekorasyonu ve başarılı bir işletmesi olan Last Penny’nin arka kısmına geçtik. Konser boyunca konuşmamız yasakmış; girişte gerekli uyarıları alıp ön tarafta bir yere oturduk. Konserde alışılagelmiş art arda sıralanan parçalar dinlemeyi beklerken Karadeniz insanının ruh hali denilen parçadan tutun da “zikir çekmek” ve “meditasyon” kısımları olan parçalarla karşılaştım. Besteci flüte bir üflüyor bir duruyor, hızlanıyor yavaşlıyor… Tam kendinizi kaptıramıyorsunuz ama ilginç de geliyor öylece ne olacağını bekliyorsunuz. Besteci arada açıklamalar yapıyor: Karadeniz bestesi nasıl yapıldı, şuan çalacak parça Fransız bir besteciye ait ve isminde “transform” geçiyor. Masalara bakıyorum, insanların bazıları aşina bu duruma bazıları da benim gibi değişik hissediyor. Sonra bitiriş konuşmasında besteci çağdaş sanata övgüler yağdırdı ve çağdaş sanatın özgürlük olduğundan, eski sanat formlarının değiştiğinden bahsetti.

Benim de hemen aklıma birkaç hafta önce izlediğim Aveline Lesper’in çağdaş sanat eleştirisi videosu geldi. (Merak edenler için link: https://youtu.be/pgF9nate2J0) O ilk izlediğim anda Lesper’den çok etkilenmiştim çünkü hem günümüzün tüketim alışkanlıklarına değiniyor hem sanatın anlaşılması gerektiğinden, emek istediğinden bahsediyordu. Çağdaş sanatın soyutluğu hatta kaousluğu üzerine şu yorumu yapıyor Lesper: “İnsanlar anlamıyorlar; çünkü bu sanat değil.” Günümüz sistemiyle de şu şekilde bağdaştırıyor: “Fakat genel olarak akademi, sanatçılar, piyasa, her türlü objeyi sanat eseri olarak tasdik ediyorlar; çünkü bu muazzam bir satış aracı haline gelmiş durumda.”

Bu videoyu konserini dinlediğim yanflüt sanatçısına sorduğumda bu videoyu bilmediğini ama çağdaş sanatın herkese özgürlük sağladığını, eski bilinen kurallı formların yerine kuralsızlık gelmesinin hiçbir sakıncası olmadığını söyledi. “Eğer istersem sahneye sıçarım ve buna sanat derim. Kimse bunu inkar edemez.” dedi.

Bir yandan eski formların yıkılması ve kuralsızlığın kural olması fikri cazip geliyor. Ama mesela olay birinin duvara muzu bantla yapıştırıp milyon dolarlara satması mı? Bu zihniyeti de anlayamıyorum çünkü dünyada bu kadar aç insan varken on beş saniyelik “bir sanat eserine” para verilmesi hiç mantıklı gelmiyor; daha doğrusu adaletsiz geliyor. Öte yandan çağdaş sanatın kitlelere neden harika geldiğini anlayabiliyorum. Günümüz değişen sistemini ve yaşayış biçimlerini düşünürsek kuralsızlık ve hız elbette sanata da yansıyacaktır. Ancak sanat estetik değil midir? Şimdilerde estetiksiz eserler her yerde mevcut. Ayrıca kulağa rahatsız edici gelen sesler dinlenip sanat denebiliyor. Cem Önerturk günümüzde üç-dört dakikaya sığdırılan Spotify şarkılarından da bahsetti. Bu şekilde şarkıların kısılıp sıkıştırılmasının da o zaman tüketim olduğundan çünkü eski zamanlarda bir sanat eserinin üç dört dakikaya sığdırılmasının hayal edilemeyeceğini hatırlattı. Şimdi düşününce, iki dakikalık şarkılar için Spotify’a ödeme yaparak sürekli yeni müzikler keşfetmeye çalışıyoruz. Spotify bize liste hazırlıyor, insanlar sürekli şarkı keşfetme yarışı yapıyor. Tuvalete giderken bile şarkı dinleniyor.

Açıkçası sanatın hem emek isteyen hem de anlaşılabilir olmasından yanayım ancak özgürlüklerin tadının çıkarılması da fena bir fikir olmayabilir. İnsanların bir noktada tekrar eski gelenekleri aradıkları da gözlemlenen bir gerçek. Ama ben şimdi tam karşımda duran duvara iki sprey sıkıp anlamsız şekiller yaparsam ve bunu gören herkes beğenirse bile kendimi sanatçı olarak ifade etmemeliyim. Sanat bu kadar basit ve kolay olmaması gerekiyor gibi hissediyorum.

Siz ne düşünüyorsunuz?

%d blogcu bunu beğendi: