crisis

When you feel lonely and stuck, you might feel the need of a belief for an existence like God or soul. Who hears you…

help me god, if you exist

I’m lost in an ocean

deeply and also willfully

it is hard to be adapted but I’m

hanging in there

there must be a way out of this

to be on cloud nine

while suppose to row clear and still water

I’m craving to see an oasis in the desert

cutting the corners looked like resoluble

so we got nowhere

help me god if you are listening

it’s not rocket science

Ezel, January 2023

Evi ev yapan unsurlar

Ev neresidir? Ev nedir? Son iki yıldır düşünüp duruyorum bu kavramı. Ev, ailemizin olduğu yer midir yoksa yeni baştan aile kurduğumuz yer midir? Ev, okuyup çalıştığımız yer midir yoksa sosyal çevremizin çoğunluğunun bulunduğu yer mi… Aslında bunların hepsinin mevcut bulunduğu, en çok ait hissettiğimiz yerdir ev. Ve bazen evlerin değişmesi gerekir.

Ev neresidir? Ev nedir? Son iki yıldır düşünüp duruyorum bu kavramı. Ev, ailemizin olduğu yer midir yoksa yeni baştan aile kurduğumuz yer midir? Ev, okuyup çalıştığımız yer midir yoksa sosyal çevremizin çoğunluğunun bulunduğu yer mi… Aslında bunların hepsinin mevcut bulunduğu, en çok ait hissettiğimiz yerdir ev. Ve bazen evlerin değişmesi gerekir.

Hayatımın çoğunluğunda “ev”lerimi değiştirip durdum ve her yeni dönemimde başka bir yere taşınıp yeni baştan bir ev kuran kişi olmuştum. Şimdi hayatımda ilk defa geride kalan kişi olmayı deneyimliyorum, bir süredir aynı “evdeyim”. Ankara, bilinçli yetişkinliğimin ilk altı yılını doldurmuş bulunduğum, hala kalmaya devam ettiğim evim. Az önce günlüğümün eski sayfalarını çevirirken tam bir sene önce yazdıklarıma bakıyordum. Ankara’dan ne kadar kaçmak istediğimi, ne kadar bunaldığımı yazmışım. Son bir senede hayatımda o kadar fazla gelişme oldu ki şu anda aynı şekilde hissettiğimi söyleyemem. Ankara’da evde hissetmeye dair aidiyetim sürekli sarsılırken, hayatımda bir yerin benim için ev olmasının unsurlarını saptayıp sıraladım:

  1. Bağlayıcı bir kurum: Okul veya iş yerinin fiziki var olması benim için bir şehri ev yapmak için ilk neden olmuş şu ana kadar. Ankara’ya gelme nedenim ODTÜ’ydü ancak mezun olduktan sonra evden çalışmaya başladığım için herhangi bir şehirde fiziki bulunma zorunluluğum ortadan kalktı.
  2. Sosyal ilişkiler: Her gün derse gittiğimiz ve sosyal aktivitelere katıldığımız yerlerde birçok insanla etkileşimde bulunuruz ve bazı insanlara “arkadaşım” diyebilecek kadar çok vakit geçiririz. Son bir senede hem şehir/ülke değiştiren arkadaşlarımın olması, hem başka şehirde yaşayan eski erkek arkadaşıma zaman ayırabilmek için kendi sosyal çevremle kısıtlı vakit geçirmeyi tercih etmiş olmam, hem artık eskisi gibi keyif vermemeye başlamış bazı arkadaşlarla kabak tadı veren buluşmalar insana bulunduğu şehirde aidiyet duygusunu sorgulatıyor. Özellikle en sık vakit geçirdiğim, her gün görüştüğüm arkadaşlarımla artık birbirimizi anlamayıp eski yakınlığımızı kaybettiğimizi hissetmem büyük bir yalnızlık duygularını beraberinde getirdi ve gidip başka bir ülkede/ şehirde yaşama arzumu şiddetlendirdi. Tek başına zaman geçirmeyi seven ben, bir anda sürekli farklı sosyal ortamlar arasında kendimi bulur oldum. Artık bazı arkadaşlık ilişkilerinin eskisi gibi olmayacağını kabullenmiş durumdayım. İnsanlar değişir, bazı arkadaşıklar biter yeni arkadaşlıklar başlar ve bazı arkadaşlıklar kalıcı dostluğa dönüşür. İçinde yaşadığım dönem değişim anıydı ve bir şeyler değişmesin diye yapışıp tutunmaya çalışmak yerine akışa güvenmeliydim. Yalnızlık ve bunalım duygularından kaçmak için farklı aktiviteleri keşfetmeye önem verdim ve Karadeniz’de katıldığım bir kampta Dr. David R. Hawkins’in “Bırakmak” kitabını okuyan bir kadınla arkadaş olup kamp süresi boyunca kitabı ödünç aldım. Ankara’ya döndüğümde de ilk yaptığım şey bu kitabı sipariş vermek oldu çünkü bu kitapla karşılaşmak mükemmel bir zamanlama gibi gelmişti. Hayatın akışında arzu ve beklentilerinle savaşmak, onları bastırmak, yok etmeye çalışmak yerine neden teslim olmuyorsun diyordu kitap. İçinde bulunduğum bunalımı yaşamasaydım o kampa gitmeyeceğimi, o kitap hakkında bilgi sahibi olmayacağımı, kamptaki insanlarla tanışamayacağımı fark etmiştim. Bu aptal bir Polyannacılık değil ama yolda kaybolduğumuzda karşımıza çıkan başka güzel keşiflerin olduğuna dair bir hatırlatma oldu kendime. Bu keşifler bazen kim olduğumuz üzerinde bile bir rol oynayabilir. Hayatın sürprizlerle dolu olduğunu düşünmek bana kendimi iyi hissettiriyor.
  3. Bağlayıcı faktörler (estetik, şehir meydanı, en çok zaman geçirdiğimiz dış mekanlar): Bazı şehirler estetik ve tarihi olarak o kadar güzeldir ki, sadece turistik olarak ziyaret ettiğimizde bile evimizde hissedebiliriz. Örneğin Roma, Prag gibi şehirlerde orta çağ tarihi dar sokaklarından bizi çağırıyor gibidir ve anda daha uzun kalmak için yoğun bir arzu duyarız. Roma’ya ilk ziyaretimde sıcak bir evde şömine önünde ısınıyor gibi hissetmiştim. Sadece dört gün vakit geçirmeme rağmen keşfetme arzularıyla dolmuştum. Şehir meydanı yaklaşan Noel ışıklarıyla o kadar güzeldi ki… Bu bana estetik zevk ile bir şehirde kalıcı hayat kurma arzum arasındaki bağlantıyı gösterdi. Ankara gözüme ODTÜ dışında hiçbir zaman estetik gelmedi. Günlük zaman ayırdığım aktiviteler, her cuma gittiğimiz aynı bar ve mesela Tango öğrendiğim dans salonu ait hissettiriyordu. Ancak yüksek bir binadan şehre baktığım her seferinde ne kadar çirkin bir şehir olduğunu düşünüyorum. Sonra, en sık uğradığım mekanların önünden geçerken veya sevdiğim insanlarla karşılaşırken tekrar evde hissediyorum.
  4. Keşif duygusu: Ankara’yı keşfetmek için heyecan duymuyorum. Keşif duygusu bize heyecan verir ve bizi tekdüzelikten kurtarır. Bir yerde keşif yoksa heyecan ve gelişim de yoktur. Bunun aynı zamanda ilişkiler konusunda da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bir insanda keşfedilecek şeylerin bittiğini hissettiğimiz an aslında o insan bize heyecan da vermez, sıkılırız. Aradaki ilişki özensizleşir ve muhtemelen zayıflar. Bu sürekli yeni insanlar keşfedelim demekten bağımsız bir şey. Aslında birini keşfetmeyi bırakmayı tercih etmek ya da birini keşfetme özelliğinin zayıf olması, kişinin kendisinin sıkıcı olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Keşif hayatın genelinde bizi heyecanlı ve canlı tutan şeydir. Hem öğrenme arzusuyla dolarız hem gelişiriz. Keşfetmeyi bıraktığımızda yaşlanırız. Ben, hep keşfetmeye devam etmek istiyorum.

Beni nelerin evde hissettirdiğini size sıraladım. Bu liste belki bir sene sonra tamamen farklı unsurlardan oluşabilir. Tek bir kişi için şehir/ ülke değiştiren, bütün hayatı bilinmezliğe açılan insanlar var. Bana göre başka bir insan için yeni bir yeri ev benimsemek çok cesurca bir karar. Ancak hayat o kadar sürprizlerle dolu ki bu herkes için mümkün olabilir.

Emin olduğum tek bir şey var; herkes evde hissetmeyi sever ve herkes evini arar. Hem evde olup hem keşfetmeye devam edenler ise yaşlanmadan genç kalabilenlerdir.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

İyi seneler!

Ezel,

Kimlikler

İnsanlık, pek çok yönden idealize edilmiş bir kavramdır. Toplum, birlikte var olabilmek ve kusursuz bir şekilde işleyebilmek için fiziki olanın inşaasının yanı sıra ahlak konusunda idealler ortaya atar. İşlevsel bir makinanın, ayakta durabilen bir binanın ve belki demokratik bir siyasetin fonksiyonları mantık çerçevesinde akla uygun şekilde belirlenebilir ancak ya insanlık? İnsanlık nasıl kurallara sığar?

Her insan ayrı bir bilim değil midir? Her insanın doğuşundan ölümüne kendine özgün bir yaşayışı varken nasıl idealize etmeyi uygun gördük? İnsan olmanın birden fazla disiplin içerisinde iç dünyasını araştırmak psikoloji bilimi sayesinde daha anlaşılabilir, kavramlaştırabilir hatta çözümlenebilir olmuştur.

Ancak toplumsal ahlak kavramı psikoloji biliminin isimlendirilmesinden çok önceleri vardı. Evlilik, kadın erkek ilişkileri, yöneticiler ve halkın kalanı için günlük yaşam belli kurallar tarafından belirlenmişti. Birine zarar vermek, birinin malını çalmak veya mülkiyetine kastetmek bunlar suç sayılmıştı. Sayılmalıydı da çünkü giderek kalabalıklaşan toplulukları bir arada tutabilmek aksi halde imkansızdı.

Peki gelelim 21. yüzyıla… Ülkeler, küresel siyaset, küresel toplum, eskiye göre esneyen özgürlükler, kadının günlük yaşamda eşitlik arayışı, cinsiyetler, evliliğin devletle bağlantısı, tüketim toplumu, çevre kirliliği gibi birbiri içine geçmiş ve daha bireysel ama daha arayışsal olup bunları konuştuğumuz bir dönemdeyiz. Günlük hayatta yaşadıklarımızı eşimize dostumuza anlatırken kim bizi neye göre yargılıyor? Biz başkalarını neye göre yargılıyoruz? Sırf bize yapılmasını istememe korkusuna dayanarak mı, empati yapamama o kişiyi anlamama üzerinden mi yoksa daha önce başımıza gelmiş bir durum bize acı çektirdiği için aynısını başkalarının yaptığına tanık olduğumuzda hatırlanmış bir acıyla mı mümkün oluyor bu? Zaman zaman öyle bir yere geliyoruz ki, o çok sert yargıladığımız durumun çok benzerinde kendimizi buluyoruz.

Peki o zaman bu her şeyi yapabilme potansiyeli bizde varsa neden daha önce bu ihtimali göz önünde bulundurmuyorduk?

İnsanların iç dünyasının karmaşık olduğu kadar, ikiyüzlü bir yönü olduğunu da düşünüyorum. Gölgelerle doluyuz hepimiz, kendi gölgemize bakmadan başkalarının gölgesinin korkunçluğunu konuşuyoruz. Hoşumuza gitmeyen ve “kendimizce” doğru bulmadığımız her şeyi acımasızca yargılıyoruz. Yargılanıyoruz da… Başkalarına doğru gelmeyen, başkalarının beğenmediği hatta izin alınmadan yorum yapılması gibi kişisel sınırları aşan her eylem bir nevi bizi şeffaf olmaktan alıkoyuyor. Şeffaflığımızı, bu anı ilk yaşadığımız andan itibaren kaybediyoruz.

Özellikle Türkiye gibi muhafazakar/yarı muhazakafar ülkelerde yeni nesilin deneyimlediği “iki ayrı kimlik” yaşam tarzlarına şahit olmuşuzdur. Birinci kimlikleri ailelerinin yanında şeffaflıktan tamamen uzaklaştıkları, “sorun çıkmasın” diye yapılan, aileler tarafından beklenen davranış kalıpları. Ailelerinin hoşuna giden şeyler söyleyen, onların dikkatini çekmeyecek şekilde davranma içeren bu davranış kalıpları, okul, iş, hatta evlilik vesilesiyle aileden uzaklaşıldığı an terk ediliyor. Ailelerle sahte ve uzak bağlar kuruluyor daha doğrusu bağlar zedeleniyor, bu ilk kimlik de sadece onlarla bir aradayken kullanılır hale geliyor. Yeni kurulan arkadaşlık-aşk-aile ilişkileri de bu bozunmadan etkileniyor. Savrulmanın ve kendini olduğu gibi ifade edememenin yarattığı yalnızlık sonucu uyuşturucu kullanımı muhtemel bir sonuç oluyor.

İkinci kimlikleri ise kendi oluşturdukları çevrede olan, kendilerinin daha farklı, geçmişte bastırdıkları yönlerini rahatlıkla yansıttıkları taraf.

Her iki kimlik birbirine zıt olsa da iki kimlikte de şeffaflıktan söz etmek mümkün değil. Şeffaflık, iç dünyanı dış dünyaya korkusuzca göstermek ve oradan gelecek her ne olursa olsun sağlam durmak ve bununla barışık olmak bana göre. Başkalarının düşünce/yargı her ne ise onun ne olduğu ile ilgili ilgilenmemek. Ancak bundan çekinmek de bir nevi insan olmanın bir parçası, bunu tamamıyla reddetmek insanca bir özelliği reddetmek demek. Hayat yolculuğuna baktığımda bununla mücadele edişimiz, yolun sonuna kadar devam ediyor. Bazen şeffaf olmayı tekrar bırakıyorsun, bazen geri başlıyorsun. Ancak her bıraktığında bir daha şeffaflığı bırakman olasılığın düşüyor çünkü pencereni tamamıyla açmış olmanın hafifletici tarafını öyle seviyorsun ki.

Yazıya sosyolojik bir giriş yapıp aslında şu sıralar en çok düşündüğüm bu üç kavramı basitçe anlatmaya çalıştım. Yargılanmaya toplumsal açılardan girip bireysel nedenler üzerine sorular sordum, daha sonra şeffaflığın bendeki ifadesini örneklerle bağdaştırmaya çalışıp hepsini insan olma altında birleştirdim.

Görüşleriniz, sorularınız olursa lütfen paylaşın.

Okuma için teşekkürler, sizi seviyorum!

Ezel,

Hayatını yaşa

“Hayatını yaşa!” derler ya… Ancak çok azımız, uyanık bir biçimde kalbimizi attıran rüzgara kapılıp “Hayatımızı yaşarız.”

Hayatı yaşamak, kendin olabilme özgürlüğüdür bana göre. Kendin olabilmek ise bir lükstür. İnsanlar birbirini olduğu gibi kabul etmek istemez, birbirini şekle sokmak isterler. Başkalarının kendini sevmesi ihtiyacından ise kendi olabilme özgürlüğünden vazgeçer insanlar. Küçük/büyük yalanlar, istenmeyen yerlerde bulunmalar, gerçek fikirlerini gizlemeler, zevklerden vazgeçmeler…

Sonrası yanlış seçimler yapma, herkesi memnun etmek için suskunlaşma noktasına gelir. A yolundan gidersem veya A mekanında bulunursam X, Y, Z kişileri bana kızacak/onaylamayacak/anlamayacak en iyisi A yolunu unutmak… Sonra kim olduğumuz konusu karışır. İnsanların bizim olduğumuzu düşündüğü kişiyle gerçekten olduğumuz kişi içiçe geçer. Bir imaj yaratmışızdır, hatta bu imaj öyle bir hal alır ki kendimiz bile bu imaja inanıyoruzdur. A yolu uzak bir rüya gibidir. O yolu seçmenin nasıl bir ihtimal olabileceğini ise “hayal” olarak adlandırırız.

Artık uykuya geçmişizdir. Hayat gündüz ve gece uykusuyla geçer. Karşılaştığımız yüzler, sokakta olup bitenler hepsi uyku evresinden yaşanır. Dikkatimiz sönükleşmiş, ayrıntılar silikleşmiştir. Sadece olması gerektiği gibi davranıyoruzdur. Bizden beklenen gibi… Şekillendirilmiş bir oyun hamuru gibi, bize biçilmiş bir şekilde yerimizi almış yaşıyoruzdur. Şekilsiz bir oyun hamuru kısmen akışkandır, onu olabilecek her şekilde hayal edebilirsiniz. Ancak şekil verdikten sonra o artık bir “şey” olmuştur. Bir etiket koyabilirsiniz.

Bazı anlar olur veya bazı karar noktaları. O anlarda kalbimiz rüzgarın çağrısına kulak vermiş ve bizi uykudan uyandırarak arıyordur.

Bir anda etrafımıza daha farklı gözlerle bakar, daha özgüvenli hissederiz. Ağlamak, gülmek, kızmak veya hiçbir şey yapmamak… Nasıl davransak sorun yoktur çünkü kendimiz olmakta sorun yoktur. Ve bu anlar çok kısa sürer, tekrar kaybolup gittiklerinde

GERİ UYKUYA YATARIZ.

Uyanık kalmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlayıp tekrar uyuduktan sonra daha bir robotlaşmış daha bir sessizleşmişizdir. O ana geri dönmek isteriz ama neden o anı yaşayabilme ayrıcalığımız olduğunu çok sorgulamayız. Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar umarız.

Kendimizi farklı uyuşturucularla uyuştururuz.

Sonra zaman, nehrinde akmaya devam eder ve her geçen an uyanmak için daha az cesaretimiz olur. Ve başkalarıyla karşılaşıp onların rüzgarına kulak kabarttığımızda “Hayatını yaşa!” demeyi ihmal etmeyiz.

Peki hayat nasıl yaşanır ki? Bunun cevabını bilip söyleyen var mıdır?

Beraber bir yolculuğa çıkmak

Bu yazıyı yazmaya başlarken, burayı okuyan ve bir değişim başlatmak isteyenlerle her gün tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçireceğimiz bir yolculuğa çıkmak istediğime karar verdim. Bu yazıyı okurken sizden ilk istediğim şey, gün içinde kendinizi sürekli gözlemlemeye başlayın.

Herkese merhabaa!

Umarım 2021 hepiniz için umut dolu ve güzel başlamıştır. Rakamların değişmesi çoğumuz için çok önemli çünkü yeni bir yıla girmeyi yeni bir sayfa açmakla bağdaştırıyoruz. Ben de yeni yılda yeni bir sayfa açmak isteyen ve umutlarla dolan gruba dahilimdir çocukluğumdan beri. 2020’de gündemimizin çoğunu Covid-19 kapladı. “Covid-19 belirtileri nelerdir-Kısıtlamalar-Kısıtlamalar ne zaman bitecek- Covid-19 etkileri nelerdir- Aşı-Aşının yan etkileri var mı-” gibi sorular gündemimizi meşgul ediyordu. Gündelik hayatta farkında bile olmadığımız ve bizi aslında ne kadar mutlu eden alışkanlıklarımıza “Elveda!” demek zorunda kaldık. 2021’i iple çeker olduk ki, bilindik yaşamımıza dönelim. Sevdiğimiz kişileri rahatlıkla görelim, kalabalık konserlerde tıkış tıkış dans edelim, kirli havası olan ve kalabalık insan gruplarının yan yana oturduğu barlarda arkadaşlarımızla içki içip sarhoş olalım. Seyahat edelim, otobüslerde ve havalimanlarında maskesiz olalım. Esnaflar kafeleri ve restoranları açsın, her yer cıvıl cıvıl olsun.

2021 iyi ki geldi, hoşgeldi ancak; 2021’de doğal kaynaklar her zamankinden daha ciddi olarak tehlikede! Ayrıca Covid-19’un etkilerinin tamamen silinmesi ve hayatın normale dönmesi bir anda olmayabilir, hatta olmayacaktır da. Kendi ülkemizi baz alırsak, yine ılık bir kış dönemindeyiz. Yağmur çok az yağıyor, kar neredeyse hiç yağmıyor. Havalar ılık ve kurak, tüketim çılgınlığı sonuna kadar devam ediyor. Geçenlerde 2020’den özür dilemek istedim. Salgın hastalık nedeniyle eski alışkanlıklarımdan vazgeçmek zorunda kaldığım için dünyam başıma yıkılmıştı. Ve sürekli şikâyet halindeydim. Ancak şuan içinde bulunduğumuz küresel çevre tehlikesini düşününce içebildiğim suyun bolca ve temiz olması, oksijene sahip olmam, temel ihtiyaçlarımı karşılayabilmem ne büyük bir şans! Ya içecek temiz su bulamazsam? Ya günde iki bardak su içebildiğim için kendini şanslı hisseden bir konumda bulunmak zorunda kalırsam?

Doğal kaynakların tükenme tehlikesi, çevresel felaketler, soyu tükenmekte olan canlılar… Bu konuda büyük ve bol kazançlı şirketlerin çevreye bariz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak büyük şirketleri çoğunluk desteklemeyi bırakırsa değişim yaşanabilir. Bundan iki sene önce atıksız yaşama kafayı takmıştım. Plastik şişe almamaya dikkat ediyor, markete kendi torbamı götürüyor, paketli hiçbir gıda almıyordum. Ancak bu uygulamaları uzun süre devam ettiremedim. Kararlı değildim ve benim gibi 1-2 arkadaşım bu şekilde yaşamaya çalışıyordu. Bir süre sonra kahve içmeye gittiğimizde termos götürüyorsak kendimizi iyi hisseder hale gelmiştik. Ben onu da yapmayı bıraktım uzun zamandır. Tek kullanımlık bardakları tüketmeye tekrar başladım.

Lauren Singer’ın Ted Talks (https://www.youtube.com/watch?v=pF72px2R3Hg&ab_channel=TEDxTalks ) konuşmasını izlediğimde çok etkilenmiştim. Üç yılda sadece bir kavanoz çöp çıkaran çevre aktivisti, kendi alışkanlıklarına göz gezdirip büyük bir değişim yaşamaya başlıyordu. Buzdolabını açtığında bütün gıdalarının plastikle kaplı olduğunu fark eden aktivist, paketli gıdaları tamamen bırakıyor ve atık üretmeyeceği gıdalara yöneliyordu. Meyve ve sebzeleri pazarlardan almaya başlıyordu. Kendi şampuanını ve sabunu yapmaya başlıyordu. Hatta geri dönüştürebilir bir şirket de kuran aktivisti izlediğimde “Keşke herkes böyle olsa!” diye düşünmüştüm. Çok değil, belki kırk yıl önce en azından bizim ülkemizde bu kadar atık üretilmiyordu. İnsanların hayatında abur cubur, plastik poşet gibi kavramlar yoktu. Doğal sabunlarla yıkanılıyor, özellikle kırsal alanlarda herkes kendi meyve sebzesini yetiştiriyordu. Şimdi ise kırsal alanlarda bile çiftçinin eli kolu bağlanmış durumda.

Peki biz ne yapabiliriz? Bu yazıyı yazmaya başlarken, burayı okuyan ve bir değişim başlatmak isteyenlerle her gün tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçireceğimiz bir yolculuğa çıkmak istediğime karar verdim. Bu yazıyı okurken sizden ilk istediğim şey, gün içinde kendinizi sürekli gözlemlemeye başlayın. Duşta ne kadar zaman harcıyorsunuz? Dişlerinizi fırçalarken suyu kapatıyor musunuz? Trendyol’dan ne kadar sıklıkta sipariş veriyorsunuz? Markete giderken yanınıza bez bir çanta götürmeyi tercih ediyor musunuz? O paketli abur cuburu tükettikten sonra gerçekten bir haz alıyor musunuz? Gözlemleyin ve ona göre aksiyon almaya başlayın. Musluğu hemen kapatın, o pantolonu satın almamayı tercih edin ve dolabınızı gözden geçirin. Çantanızın içine markete uğradığınızda kullanmak için bir bez çanta sıkıştırın.

Evet, ilk görevimiz kendimizi gün içerisinde sürekli gözlemlemek. Gözlemlerken kendinizi yargılamamaya çalışın, bu duruma bir günde isteyerek gelmedik.

Zaman içerisinde ne kadar değişebileceğimi merak ediyorum.

Daha yeşil ve temiz bir evde yaşamak istiyorsak hazcılıktan ve tek kullanımlık tüketimden vazgeçebiliriz.

Hadi beraber bir yolculuğa çıkalım! Paylaşmak istedikleriniz olursa buraya yorum yazmanız veya özelden iletişime geçmeniz çok güzel olur. 🙂

Ekstra: Damon Gameau’nun 2040 belgeselini izlediniz mi? That Sugar belgeseli yapımcısı Avustralyalı oyuncu ve yönetmen alışılmadık çekim teknikleriyle eğlenceli bir belgesel daha yaratmış. 2040 yılında yeşil ve sürdürülebilir bir gelecek hayal eden Gameau bir takım sorularla yola çıkıp birçok aydınlatıcı fikir sunuyor. Lütfen izleyin! 🙂

Ezel,

NELER OLUYOR HAYATTA

Umarım herkesin keyfi yerindedir. Biraz iç dökme seansı yapalım mı?

Bazılarınız, (sayıları oldukça az olan bir kısmınız) WordPress’ten takibe alıp yazı bildirimi geldikçe dikkat edip okuyor yazdıklarımı. Bazılarınız, paylaşırsam (bugünlerde sosyal medyadan link atmayarak sadece WordPress içinde paylaşıyorum) Instagram linki filan görüp kısa bir merakla göz gezdiriyor. Bazılarınız, tamamen tesadüfi denk gelip eminim bir yazının sonunu bile getirmiyordur.

Sorun şu ki sevgili okur,

Bu ara karanlık ve durgun bir dönemdeyim. Karanlık, arabesk anlamda bir karanlık değil. Karanlık, kalbimin yolunu kaybedişim… Hayatta hangi yolda gitmem gerektiğinin yolu. Bir türlü hissedemiyorum. Kendimi duyamıyorum. Üretkenliğim de etkileniyor tabii ki. Bazen bir hikaye yazıyorum ama paylaşamıyorum. Elim gitmiyor. Bir yazı fikri geliyor ama devam edip tamamlayamıyorum. İstediklerimi bir türlü anlatamıyorum. Olmuyor. Yazamadıkça tıkanıyorum, anlatmak istediklerimi anlatamayınca boğazım kuruyor sanki. Anlatacak nasıl bir konu olmaz yaa?

Aslında var. Hem de çok var. Ama nereden başlasam bilmiyorum.

Bu durumu kafaya takmam boşuna değil. Lisans senemde son sınıftayım. ODTÜ sosyoloji bölümünde son sınıf…

Lisans hayatımın son senesinin ilk dönemi online eğitim olarak devam ediyor. Son dönem Finlandiya’da Erasmus döneminde mi olacağım/ olmalıyım yoksa ODTÜ’de mi geçireceğim? Geçireceksem canım okulumda fiziksel olarak derslere girebilecek miyim?

Herkes yangından mal kaçırır gibi yüksek lisans başvuruları kovalıyor. Benim bu kadar acelem var mı? Yok! Ayrıca biliyorum ki kendimi yüksek lisans başvuruları kovalayacak kadar hırslı hissetmiyorum. Kariyer dediğimiz basamaklar, lisans -yüksek lisans -hadi doktora bilmem ne zırt diye nefes bile almadan devam etmemeli bence.

Kendime yeni şeyler katmak, kalbimin götürdüğü yolda kendimi geliştirmek istiyorum.

AMA BUNUN NE OLDUĞUNDAN EMİN OLAMIYORUM.

Sosyolojinin sayısız alanlarından birinde akademi mi kassam? Tıpkı lisedeyken hayal ettiğim gibi sosyal psikoloji alanına mı kaysam? Yoksa akademinin kollarından arkamı bile dönmeden çoooookkkk uzaklara kaçıp sivil toplum örgütü mü kovalasam? Her şeyin sosyal medya ve reklam ile döndüğü dijital dünyaya biraz deneyimli olmamdan faydalanıp mı atlasam? Farklı yeteneklerimin üzerinde mi dursam? Haberimin bile olmadığı yeteneklerimi bulmayı mı denesem? Asıl mutluluk para deyip beyaz yakalı mı olsam? Saat 9 akşam 5… Iyyy!

Hep senaryo yazan bir sanatçı olmak istemiştim ama gerçekçi olamayacak kadar sadece uzaktan göründüğü haliyle mi güzel olan bir hayal bu? Piyasa gerçekten kurtlar sofrası diyorlar…

İşte yukarıdaki paragraf aklıma gelenlerden sadece bir kısmı. Manken ol diyen bile var. Yok abi aslında Haluk Bilginer ne demiş bir röportajında “Oyuncu olmak istiyorsanız sosyoloji- psikoloji okuyun. Daha faydalı olur.”

Yumurta kapıya dayandı arkadaşlar. İnanın bu sorunun cevabını yeni düşünmüyorum. Liseden beri bulmaya çalışıyorum. Üniversitede dağcılıktan tutun da kadın haklarını savunan projelerden MUN kulüplerine kadar her şeyi ama her şeyi denedim. Tango bile yaptım. Kürek lisansım var. Yoga derslerinin düzenli öğrencisiydim.

Sonuç olarak hepsini seviyorum. Baktım ki hangi konuya dalsam sorular hep “Kimim ben? Hayat nedir?” demeye gidiyor.

En son canıma tak etti. Her deneme- hikaye yazışımda olay felsefik bir sorgulamaya dönüşmeye başladı. Her yerde bu konuyu yansıtacağına açık açık paylaş kızım dedim kendime.

Buyurun, durum bu. Birazcık da olsa yazmak rahatlattı beni, ama ne olacağım ben arkadaşlar? Tüm bu kararsızlık ve yıllardan beri yol bulma telaşının ardında “Herkesin yaşama geliş amacı farklıdır. Dünyaya bir şey sunmalıdır.” bakış açısı da yatıyor olabilir.

Bu cümleyi nereden duymuşsam inanç olarak bilinçaltıma yerleşti. Belki de öyle bir şey yoktur başımıza bela almışızdır. :((((

Herkese kolay gelsin, umarım aranızda kararlı ve kendinden emin olanlarınız vardır. Sizin de başka dertleriniz var biliyorum.

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler…

Ezel

Ay, Venüs ve Mars

Beraber odama gittik, perdeler sonuna kadar açılmıştı ve akşam güneşi batıyordu. Gökyüzü açık bir mavilikteydi, güneş ışınlarının sarı -turuncu tonları mahallenin ağaç ve binaları üzerine yansıyordu.

“Bak!” dedi Zeynep. “Hilal şeklinde ay, sağ aşağıdaki parlak cisim ise Venüs!”

Bugün ben heyecanlı heyecanlı bir Atıf Yılmaz filmi olan “Asiye Nasıl Kurtulur?” izlerken, Zeynep bir anda salona daldı ve gülümseyerek: “Ezel bir gelsene sana bir şey göstermem lazım!” dedi. Beraber odama gittik, perdeler sonuna kadar açılmıştı ve akşam güneşi batıyordu. Gökyüzü açık bir mavilikteydi, güneş ışınlarının sarı -turuncu tonları mahallenin ağaç ve binaları üzerine yansıyordu.

“Bak!” dedi Zeynep. “Hilal şeklinde Ay, sağ aşağıdaki parlak cisim ise Venüs!” İkimizde pencereleri açıp vücudumuzun yarısını pencereden dışarı uzatarak yukarı baktık. Ay hilal şeklinde parlıyor, Venüs inanılmaz parlak, turuncu-sarı ışıklarda gökyüzü… Tam anlamıyla büyülenmiştim. Bir süre hareketsiz gökyüzünü izledik. “Aslında ne kadar küçüğüz, bizim dışımızda koskoca bir evren var aslında.” dedim. Bu bilgiyi yeni keşfediyor gibiydim. Bir yandan manzaraya bakıyor bir yandan var olmayı yeniden hatırlamanın hissiyle uçuyorduk. “Gece Venüs gözükmeyecek, Ay’ın gölgeli kısımları da öyle. Şu ortadaki parlak cismi görüyor musun? Onun da Mars olması lazım.”

Ortada minnacık parlak bir cisim vardı cidden. “Yalnız olamayız. Bu mümkün değil. Bu kadar güneş sistemi varken…” dedi Zeynep.

“Ölünce bütün bu görmek istediğim cisimleri görebileceğimi düşünürüm.” dedim. “Sanki bana böyle bir hak tanınırmış gibi. İstediğim yerleri gezebilirim. Mars, Ay, diğer gezegenler…”

“Bana böyle bir hak tanınsa insanlığın evrimini izlemek isterdim.” dedi Zeynep. “Küçük bir organizmadan insan olmaya giden müthiş bir tarih var. Böyle bir hak verilse kesinlikle oturup insanlık nasıl oluşmuş, nasıl kolonileşmiş diye hepsini ama hepsini görmek isterdim.”

İkimiz de bu fikirle heyecanlanıyor, bir yandan da merak duygumuz güçleniyordu. Unuttuğumuz bir meraktı bu. Kendi kişisel sorunlarımızla çevremizde olan ne varsa bizi etkiliyor ve biz bunların dışına çıkamıyorduk. Evreni, gezegenleri, hatta Ay’ı merak etmeyi bırakıyorduk. İş, aile, duygusal çalkantılar derken kendi küçük “Dünyamızda” yaşayıp gidiyorduk. Andy Weir’in The Egg (http://www.galactanet.com/oneoff/theegg_tr_mod.html) hikayesi aklıma geldi bir anda. Ölüp arafta tanrıyla karşılaşan bir adamın hikayesi… Özellikle okumanızı istediğim için linkini bırakıyorum. Türkçe çevirisi de var.

“Bu anın ölümsüz olmasını istiyorum.” dedi Zeynep. Fotoğraf çekmeye çalıştık ama bir telefon kamerası bizim gözlerimizin gördüğünü yansıtmıyordu, yansıtamıyordu. O an o kadar mutluyduk ki, bu mutluluğu gökyüzüne bakmamızla gördüklerimize borçluyduk. Ne kadar süre baktık bilmiyorum ama hatırlamıştık işte: İnsan olmayı, küçük anları keşfetmenin verdiği mutluluğu… Sevdiklerimizi ve sevmeye devam edeceklerimizi hatırlamıştık; beraber hissetmeyi, bir bütün olmayı… Dostluğu…

Bayramınızı kutluyorum. Bugün sevdiklerinize ve küçük mutluluklara bir şans tanıyın.

Ezel,

%d blogcu bunu beğendi: